Yüzlerce yıllık bir tarih, görkemli camiler, büyüleyici türbeler, büyük hamamlar… Bursa, tarihi anlamda oldukça etkileyici bir mimariye sahip. Ancak bu kentte ihtiÅŸamıyla baÅŸ döndüren, önemli davetlere, toplantılara ev sahipliÄŸi yapan, mimarisinde tarihi ve görkemli etkiye rastlanılan bir yapı, bir saray yoktu. Bursa’nın da bir sarayı olmalıydı…
Sadabad Sarayı, Osmanlı’nın 18. yüzyıldan itibaren mimari eserlerine, saraylarına, köşklerine yansıttığı anıtsal havaya sahip, altın varaklı süslemeleri, yüksek sütunları, görkemli girişi, yüksek tavanları ve geniş galerisiyle baş döndüren bir saray ve bu sarayda kentin en büyük salonu yerini alıyor. En önemli buluşmalar, en geniş katılımlı davetler, en görkemli düğünler bu sarayda gerçekleşiyor.
Lale Devri, ihtişamlı Osmanlı tarihinin belki de en gösterişli dönemidir. Devrin en önemli adresi olan Sadabad Kasrı ise Padişah III. Ahmet döneminde imparatorluğun renkli ve gösterişli yaşamının ışıldayan yüzüydü. Otuz sütun üzerine oturtulmuş göz alıcı bir yapısı, önündeki büyük havuzun etrafına yayılmış çağlayanlar, ağızlarından su fışkıran ejderha heykelleri yer alıyordu.
Sadabad Kasrı’nda eÄŸlenceler Hıdırellezin birinci günü baÅŸlar, özellikle mehtaplı gecelerde sabahlara kadar devam ederdi.
Zamanın şairleri, yazdıkları çeşitli şiirlerle padişahları ve sadrazamı överek, onları bu eğlencelere çağırırlardı. Ziyafetler kasırda verilir, ziyafet bittikten sonra eğlencelere dışarıda devam edilirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu dönemdeki eğlencelere, başta padişah olmak üzere bütün saray erkanı ve İstanbul halkının ileri gelenleri katılırdı.
Lale Devri’nin bitmesiyle birlikte Sadabad Kasrı da tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı. Günümüze ulaşamadı. Şimdi bu muhteşem yapı, Osmanlının ilk başkenti Bursa’da saray ihtişamıyla yeniden hayat buldu.
Sadabad Sarayı, Bursa’da sosyal yaşamın merkezi, görkemli davetlerin, unutulmaz düğünlerin, önemli toplantıların adresi oldu.
Sadabad Kasrı, Paris’teki Fontaineblau Sarayı’ndan esinlenerek inÅŸa edilmiÅŸ bir yapı. Mermer sütunlar üstüne oturtulan iki katlı köşkün üst katında toplu eÄŸlenceler için geniÅŸ bir davanhane ve sofalar yer alıyordu. Çevre düzenlemelerinde de Paris’ten esinlenilmiÅŸti.
Osmanlı yönetimi, Batı kültüründen yararlanmak için 18. yüzyılda Avrupa’ya elçiler yollamış ve bu elçiler geri dönerken pek çok bilgi ve deneyimle birlikte saray ve bahçe düzenlemeleri içeren kent planları da getirmişlerdi. Bu planlar da İstanbul’un en güzel bölgelerinden Kağıthane Deresi’nin kenarındaki Sadabad’ta uygulanmıştı. İşte Padişahların, paşaların yazlık konaklarının inşaa edildiği, birbirinden güzel çiçek bahçelerin yer aldığı Sadabad bu şekilde ortaya çıkmıştı.
Kasrın kendine model seçtiÄŸi Fontaineblau Sarayı Fransız kraliyet ÅŸatoları arasında en büyüğü ve en gösteriÅŸli olanıydı. Öyle ki, 16. yüzyılda arabesk, grotesk, gotik stilleri birleÅŸtirip adını vermeyi baÅŸarmıştır. Altın varak iç mimarinin tamamında kendini göstermektedir. Renk karmaÅŸası, desenli parkeler, kat kat perdeler, düzenli ve bakımlı bahçeler, saÄŸ ve soldan baÅŸlayıp ortada birleÅŸen büyük bir merdiven, gösteriÅŸli tavan süslemeleri sarayın akılda kalan detayları…
Lâle Devri, Osmanlı Devleti’nde, 1718 yılında Avusturya ile İmzalanan Pasarofça AntlaÅŸması ile baÅŸlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemdir. Bu dönemin padiÅŸahı III. Ahmet, sadrazamı NevÅŸehirli Damat İbrahim PaÅŸa’dır. Adını, o dönemde İstanbul’da yetiÅŸtirilen ve zamanla ünü dünyaya yayılan lale çiçeklerinden alır. Osmanlı Devleti ilk defa bu devirde batıdan bazı yenilikleri almaya baÅŸlamıştı.
İnce ve hassas bir ruha sahip olan Sultan III. Ahmet, sadrazam Damat İbrahim PaÅŸa ile uyum içerisinde çalışmış, bu sırada yaÅŸanan Lâle Devri’nde sanata, edebiyata ve toplumsal hayata özgün bir anlayış getirilmiÅŸti.
Dönemin belki de en gözde eseri olan Sâdâbâd, maalesef günümüze kadar gelememiş, bize yıkıntıdan fazla bir şey kalmamıştır.